Kendimize Yolculuk
"Mutsuz olacağıma hiç mutlu olmam daha iyi" demiş bir sanatçı. Bunu ilk duyduğumda aklıma, mutsuzluğu dibine kadar yaşamış birinin mutsuzluğa dayanamayacak kadar acı çekmiş ve bu acının yarattığı o inanılmaz hüzün bataklığında -bilmem ne kadar boğulmuşsa artık- çırpınıp durmanın sonucunda yorulmuş, tükenmek üzere ve sanki binbir zorluklarla nefes alıp veren, bakışları ölü, kendisine bir dal uzatılmasını bekleyen ya da artık kurtulma ümidi kalmamış ve dolayısıyla cankurtarana da ihtiyacı olmayan biri geldi. Öte yandan artık mutlu olmanın sorumluluğunu taşımak istemeyen biri de olabilir bu sözü söyleyen... Peki, var olmak zaten başlı başına bir sorumluluk değil mi? Aldığın her nefesteki rahiyalar ya da çöp kokuları, manzaralar, yaşamın ritmi, ettiğin temaslar, göklere çıkaran ya da bataklığa ittiren hisler, fikirler... Hiç etkilemez mi bunlar gönlü güzelleri? Ama yok o kadar kolay değil kızmak, eleştirmek sorumsuz insanları. İllaki onları böyle yapan yaşam tecrübeleri var. Böyle düşünün bir de. Evet, diyebilirsiniz ki "Herkes sorumsuz olmayı tercih etseydi nolurdu halimiz?" Düzeni sağlayan döngü devam etmezdi kuşkusuz. Ama kendimizi bir de sorumsuzların yerine koyarsak onların bile sahip olduğu bir yaşam felsefesi, inancı ve umudu var. Ütopik ama "herkesin kardeşçe ve sevgiyle davrandığı, mutlu olarak uyandığı sabahlar" olabilir belki bu inanç ya da "insanların gönlünü kırmaktan korkan" bir yaşama bakış açısı, "canlıların barış içinde yaşayacağı bir dünya" olan ama bunun nasıl sağlanacağına dair nutuklarca izahate gerek olmayan ihtiyaç olan tek şeyin iyi niyetli olmaktan geçen bir ideolojiye sahip olabilir. Tüm bu ütopik şeylere nasıl son veriyoruz derseniz... Hırs -para, şan, şöhret, güçlü olma, iktidar vb.- denen illet hayatımızda olacağı sürece bunların gerçekleşmeyeceği gerçeği de sizi mücadele etmeniz gerekli olan yaşam savaşının ortasına atar elbet. Dikkatli olun! Kafanıza balyoz yemiş etkisi yaratmasın sonra bu sizde. Peki geriye ne kalıyor? Oluşturduğun hikayen. Yaşam denen tiyatronun başrolünde kendin varsın. O sahneye kimler ayak basacak, hangi olaylar yaşanacak ve dekorlar kullanılacak, sahneye ışık vuracak mı, vuracaksa renkleri neler olacak, seyircin tek tük mü yoksa takım maçına tezahürat yapan kitle gibi mi olacak? Türü özellikle... Türü ne olacak yaşam tiyatrosunun? Dram mı, trajedi mi yoksa absürt komedi mi? Ya da boşver geç tüm bu soruları. Onun yerine tek soru sorayım: Sence hayat, her hamlesini oyuncusunun seçtiği öngörü ve ustalığı sayesinde kazanacağı bir tür satranç mı ya da sonuca er geç ulaşılmasında yeteneğin sınırlı rol oynadığı asıl sonucu atılan zarların belirleyeceği, kimilerinin kör talih dediği bir tavla oyunu mu? Evet, aldığın sorumluluk kadar insansın belki ama özellikle de inandığın ve düşündüğün kadar... İnsanın inancı artmaya dursun hele, bak bakalım nasılsın? İşte o zaman insanın açmaz mı yüzünde güller, gülmez mi gözlerinin içi, duymaz mı kuşların cıvıltısını, içine çekmek istemez mi bebek kokusunu... İşte bu yüzden demeyin: "Biz büyüdük ve kirlendi dünya!" Durun, kaybolmadı inancımız daha...





